Pazar, Ocak 29, 2012

Su yeşili battaniye



Karlı havalarda denizin rengi yeşile döner demişti bir tanıdığı. Su yeşili bu renk olmalı, içinde deniz...

Denizin üstünde bir evde, karlı bir gecede, su yeşili bir battaniye... Soğuktan mı titriyor içi, heyecandan mı bilmiyor. Etraf o kadar sessiz ki (çünkü film henüz başlıyor, ekranda FBI uyarısı akıyor) kalp atışlarını duyacak diye tedirgin. İlk zamanlar sanki insan kendi gibi olamıyor, kendi gibi olmaya çalışan biri oluyor en fazla.

Neyse ki film başlıyor. Su yeşili battaniye ikisini de sarıyor.

Çarşamba, Ocak 25, 2012

Adaçayı


Çok ateşi vardı. Ona adaçayı yapmıştı. Arka odada oturuyorlardı. Elektrikli sobayla ısındıkları, kapıların kapalı tutulması gerektiği, hiçbir yere bakmayan camı kocaman mutfaktaki sohbetlerin azaldığı, banyodaki aynanın en çok buhar yaptığı mevsimdeydiler. Çiçekler salonda kalmıştı. Ona adaçayı yapmıştı.

Yanıyordu. Ve o akşam birlikte film izleyeceklerdi. Kill Bill. Film gerçekten o kadar kanlı mıydı yoksa gördükleri sanrı mıydı, hiç öğrenemedi.

Ona adaçayı yapmıştı. Yanıyordu. Ve filmdekilerin yanı sıra ölen başka şeyler de vardı odada, ikisinin arasında...

Pazartesi, Ocak 16, 2012

Haiku


Evin önünde

güzel bir ağaç hazır

kalem, kağıt da!

Çarşamba, Ocak 11, 2012

11 Ocak


7:20'yi kıl payı kaçırdım. Bu bana ders olsun. Artık hızlı hazırlanıyorum diye ilk üç alarmda uyanmazsan böyle olur tabii. Eski bir arkadaşım "öğrenmenin yaylaları var" derdi. Bir konuyu öğrenirsin, örneğin araba kullanmayı, "ben bunu biliyorum, gözü kapalı yapıyorum" dediğin anda, ustalığın verdiği rahatlıktan kaynaklanan hatalar/kazalar meydana gelmeye başlar. Çünkü eskisi kadar dikkat etmemeye başlarsın. İşte benim başıma gelen de bu. 7:35 Bostancı motoruna binmek için diğer iskeleye yöneldim. Turnikedeki görevli 35 dk. sürdüğünü söyledi. Yalan. Bu arada motor, okul servisi gibiydi. İlk-orta okul, lise öğrencileri vardı. Teknenin solunda, masalı oturma grubundaki 3 kız, arkalarda bir yerlerde, değişik tonlamalarda horlayan amcaya bakıp bakıp kıkırdıyorlardı. Karşımda oturanlar ise kuzenmiş. Biri 5, diğeri 12. sınıf öğrencisi. Ufaklık etrafına bakıyor, büyüğü ders çalışıyordu. Defter kareliydi ama matematik defteri değildi. O kadar dikkat ettim, yine de tersten okuyamadım. Büyük olanına sordum ne zaman varırız diye, 8:10 dedi. O da doğru çıkmadı. 8:15'teki Kabataş denizotobüsüne yetişemedim. Neyse ki sabah saatlerinde denizotobüsleri pek sıkmış, 8:25'e atladım. Ekim'den bu yana binmiyordum denizotobüsüne. Artık Kanal24 açık değil TV'de, yaşasın. Gerçi CNNTurk de pek iç açıcı değil ama idare eder. Bazı yaz akşamları bindiğim seferlere denk gelen saatte dayanılmaz bir program oluyordu. Ekrandan uzak oturmayı başarıyordum ama tavan kaplamasına birer-ikişer metre arayla yerleştirilmiş hoparlörlerden kaçamıyordum. Okuduğuma yoğunlaşamadığım, içimden küfredip durduğum o günlerde, denizotobüsünde kulaklıkla müzik dinleyenlerin diğer toplu ulaşım araçlarından neden daha fazla olduğunu çözmüştüm.

Ah şimdi bir yaz günü 18:15 denizotobüsünde olsaydım, eve varıp, üzerimi değiştirip, denize koşsaydım. Bu yaz daha sık 18:15 seferini yakalamayı planlıyorum, evren duy sesimi!


Pazar, Ocak 08, 2012

Sabır


Sabırsız biriyim ben. Genellikle her şey çabucak olsun isterim. Reklam yazarlığı yaparken yıllarca üzerimde saatin değil adeta kronometrenin baskısını hissettim, belki ondandır. Ayrıca İstanbul'da trafiğin sürekli sıkışık olması, sürekli bir yerlere yetişme kaygısı da sabırsızlığımı büyüttü. Şimdi iyiyim aslında. Sabah-akşam vapurda görece uzun ama sabit bir ulaşım sürem var. İlk zamanlar içim daralır mı diye korkmuştum, neyse ki öyle olmadı. Okuyacak, yazacak, e-postaları kontrol edecek, denize bakıp hayallere dalacak vaktim oluyor.

Hazzı erteleme üzerine bir şeyler okumuştum bir yerlerde. Bu bir disiplin işi. Önce zor şeyi yapıp sonrasında kolayın/ödülün/rahatlığın hazzını yaşamak. Gelin görün ki insan doğası işin kolayına kaçmaya meyilli. Önce eğleneyim, zor kısmı sonra yaparım diyor. Oysa denilene göre, bu, görünenden daha büyük bir sorun. Ve hazzı ertelemeyi öğrenmek şart. Bu da kolay değil. Teselli olarak söylenen şey ise "unutmayalım, bir gecede kas geliştirilmez". Önümde uzun bir yol var, öyle anlaşılıyor.

Nereden geldim buraya... Pastanın kremasını sona saklamayı öğreniyorum. Yazmam gereken yazıdan sonra twitter'a bakmayı, önce Sait Faik'i değil sıkıcı İletişim Kuramı kitabını okumayı, ne kadar istesem de kendimi tutup birilerine telefon etmemeyi başarıyorum. Büyümek böyle bir şey sanırım. Aranıza hoş geldim!

Perşembe, Ocak 05, 2012

Sislerin içinden


Dün akşam müthiş güzel bir sisle geldik. Havanın erken karardığı günlerden biriydi. Kınalı'dan sonra aniden sise daldık. Denizin üstüne konmuş bir bulutun içine girdik sanki. Etrafımız "hiçbir şeyle" sarıldı. Yolcular arasında bir hareketlilik oldu. Dışarı çıkanlar çoğaldı. Kaç metre ötemizi görmediğimizi bilmiyorduk. Mesafe kavramını yitirmiştik. Güvertede güzel güzel demlenen, GPS gibi bir abi vardı. Bir kaptan, bir de o biliyordu nereye gittiğimizi. Kulaç kulaç yerimizi tarif ediyordu. Kıyıya ait tek bir titrek ışık bile görmeden düdük öttüre öttüre vardık iskeleye. Eve yürürken nazladım, sevdim yeniden sisi, ne güzelsin diye...