Pazar, Ekim 14, 2012
Heybeliada'da yerli bir turist
Cumartesi sabahı. Güneş. Ekim'i yarıladık. Erkenciyim. Çünkü komşu adada bir programım var. Arka Güverte düzenliyor.
Evde saat yok. İstemedim. Her sabah iskeleye koşma telâşım biraz da ondan. Telefonumun saatini 2-3 dk. ileri aldığımdan bu yana gemiden, motordan erken varıyorum. Şükür. Ama yine de telâş telâş...
Yolda fotoğraf makinemi almadığımı fark ettim. İskeledeyim, henüz motor görünürde yok. Görevli 3-4 dk. zaman var diyor. "Bi' koşu eve gidip geleceğim, beni bekleyin."
8:40. Heybeliada'ya doğru açılıyoruz. Penceremden göründüğü gibi; orman orman...
9:00 olmadan Heybeliada'dayım. Turistim. İskele tenha. Daha yarım saatim var. Bir şeyler atıştırabilirim. Manavın önünden geçerken Pamuk Prensesi kandıran elmalardan alıyorum bir tane. Amca, yıkayıp öyle veriyor. Ne düşünceli.
Heybeliada'ya ikinci gelişim. Buluşma yeri Luz Kafe. Dün vapurda Heybeliadalı ahbapların tarif ettiği gibi motor iskelesine sırtımı verdim, yukarı çıkmaya başladım. Solda Aya Nikola'yı göreceksin demişlerdi. Gördüm. Sağdan devam et, gazete satılan bakkalı geç demişlerdi. Geçtim. Eskicinin hemen yanında, kolayca bulacaksın demişlerdi. Buldum. Ve fakat kapı, duvar. Geziye katılacağını tahmin ettiğim bir-iki kişi gördüm etrafa bakına bakına yürüyen. Gerektiğinden önce ve fazla sosyalleşmeye niyetim yok. (Sanırım gittikçe yabanileşiyorum. Ama bu normal bir davranışmış adalılar için, Marmara Adalı bir arkadaşım öyle demişti.) Geri döndüm. 3 dakikada sahildeyim. Yukarı çıkarken sol köşede gözüme kestirdiğim pastaneye girdim. Meltem Pastanesi. Birazdan iskeledeki çay bahçesinde (Adaturka) karşılaşacağım kediyle bölüşeceğim iki peynirli kuruvasan aldım, minik bir patatesliyi de ikram ettiler. Vitrinde baştan çıkarıcı görünen meyveli turtalar vardı. Dönüş için aklımın bir köşesine yazdım. Hemen pastanenin karşısındaki bayiden gazete aldım. 20 dakikam ve şahane bir manzaram var. Önce cam bardakta çayım geldi, sonra kedi. 3 lokmadan sonra doydu ve gitti. Tok gözlülüklerine bayılıyorum bunların.
Yarım saat içinde üçüncü kez çarşıdan geçiyorum. İlkinde dükkan açan, ikincisinde kapı önünü sulayan esnaf, şimdi taburelere dizilmiş çay içiyor. Luz Kafe'nin önü bu kez kalabalık. Günaydınlaşıyoruz. Oyalanmak için eskicinin önündeki eşyayı incelemeye koyuluyorum. Aslan ayaklı masa oluyor ilk gördüğüm. Bir masa olmak için en temel bileşeni eksik aslında, üstü yok! Ama yine de güzel bir parça.
Çok dakikiz. Rehberimiz Orhan Türker geldi ve 9:30'da yola çıktık. Hemen Luz Kafe'nin ilerisinde sol tarafta, köşesinde griler grisi bir ahşap evin bulunduğu sokağı tırmanmaya başladık. 30 küsur kişiyiz. Ve sanırım çantasında mayo taşıyan bir tek benim. Herkes son derece pantolonlu. Bir tek bizim adada mı güneş vardı?!
Yokuş bitince sola döndük.
Grup geçerken, aşağıdaki fotoğrafı çekmek için durmam gerekti. Yokuşun başında, çıkmak için güç toplayan bir teyzeyle, kalabalık hakkında konuştuk. En rahatsız edici kalabalığın Büyükada'da olduğu konusunda hemfikir kaldık. Halimize şükrettik. Ardından birbirimize iyi günler diledik.
9:50. Hüseyin Rahmi Gürpınar Lisesi'nin önündeyiz. Tam o sırada telefon geldi ve okulun neden hasarlı ve kapalı olduğunu dinleyemedim. Döndüğümde konu sokak hayvanlarına dönmüştü. Bize eşlik eden biri küçük siyah, diğeri kahverengi, üçüncüsü beyaz ve sonuncusu, adının Matador olduğunu öğrendiğim kırçıllı güzel köpek de konuşmaları usulca dinliyordu.
10 dakikalık moladan sonra sağımızda orman, solumuzda askeri alanın dikenli tel ve uyarılarıyla ilerlemeye devam ettik. Aya Yorgi (Saint George) Manastırı'na vardık. Askeri bölge olduğu için izinle ziyaret ediliyor ve fotoğraf çekmek yasak. Beyaz demir kapının ardında, duvara bitişik merdivenden tek sıra halinde aşağıya indik. Bana Gökçeada'yı anımsattı buradaki terk edilmişlik. Biraz sonra göreceğim çan kulesi de Bozcaada'yı hatırlatacaktı. Ada, ada...
Acıklı bir öyküsü var heykelin. Aklım neredeydi bilmiyorum (ya da uzakta olduğum için duyamadım, o da olabilir) öykünün başını kaçırmışım. Harabe halindeki duvarın içinde, İtalyan mermerinden, rehberimizin ifadesiyle 150 yaz, 150 kışa dayanmış, hâlâ çok güzel bir heykel. Zamanında içi renkli fresklerle bezeli (bir parça kalıntısını görebildik), camları vitray, etrafı çiçeklerle sarılı bir yermiş burası.
Sıra manastırın içine geldi... Topluca, camilerin son cemaet yeri muadili alana geldik. Rehberimizin ifadesiyle insanlara "birazdan ibadethaneye gireceksin, ruhen ve fiziken toparlan" hissini veren yer... Burada bir çeşme var. Akmayan. Belli ki bir zamanlar ayazma varmış. Hatta ucu taa Uludağ'a bağlı bir kaynak olduğu efsaneleri mevcut. 40'lı yıllarda tüm adaya pompalamaya çalışmışlar ve kaynağı "küstürmüşler". Hemen aşağıda Deniz Harp Okulu'nda kalmış kaynak, yılda birkaç kez yukarıya su veriliyormuş. Sembolik.
Kilise, küçük. Oturma yerleri duvar boyunca dizili ve sayıca sınırlı. Katolik kiliselerinden farklı bu bakımdan (ben de yeni öğrendim). Hatta eskiden haremlik, selamlıkmış. Yukarıdaki loca kadınlar içinmiş. Sonra karma olmuş. Burası diğer Rum Ortodoks kiliseleri gibi Fener'e değil, Kudüs'e bağlıymış. Ve İsrail'le birtakım anlaşmazlıklar döneminde bu nedenle uzun zaman papaz ataması yapılamamış. Bu kez diğer taraftaki bahçeye çıktık. Hâlâ Osmanlıca rakamların kullanıldığı kapı numarası tabelaları var. Zaman, durmuş. Deniz sonsuz, sonsuz...
Şimdi sırada Terk-i Dünya Manastırı var. Rehberimiz son uyarıyı yapıyor; "gidilecek (ve de geri dönülecek) epey yol var, yürüme sıkıntısı olanlarla burada vedalaşabiliriz." Ayrılanlar ve yeni katılanlar oluyor.
Yola koyuluyoruz. Mezarlık yoluna sapıyoruz. Mezarlık yolu ve Müslüman kısmının tarihi kapısı Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa tarafından yaptırılmış. Müslüman ve Rum cemaati bitişik mezarlıklarda yatıyor. Mezarlık, sanatoryuma gelip, taburcu olamayanlar nedeniyle adanın nüfusuna göre epey kalabalık. Dünya ölümlü, ölümlü...
Terk-i Dünya'ya giden yol şa-ha-ne! (Kendimi başka bir adayı severken yakalıyorum.) Ormanın içinde, gerçekten çam kokusunu duyumsayarak yürüyoruz. Adaya adını veren "halki", Rumca bakır demek. Yolda, tepeden denize kadar inen bakır damarının açıkta kalmış bir kısmını görüyoruz. Arada kısacık manzara molalarımız var. Ve acıklı yangın yeri... Kiliseye varıyoruz. Diğer ismi Aya Spridon. İnzivaya çekilmiş bir keşişten geliyor. Adanın güneyi burası. İklimi daha bi' Ege. İskele tarafıyla sıcaklık 1-2 derece fark ediyormuş. Açık havalarda Çınarcık görülüyormuş. Yaz aylarında Perşembeleri ayin oluyormuş. Biz de birtakım dilekler diledik, mumlar yaktık oraya kadar gitmişken. Aziz Spridon hürmetine. Umut umut...
Biz oradan ayrılırken saat 13.00'e geliyor. Adalar arası ulaşım çok kısıtlı, gündüz motor yok. Dönüş için 12:55 vapuruna yetişemiyorum. Sonraki 15:15'te. Hiç dert değil. İsmini duyduğum, hep aklımda olan Mavi Restoran'a gitmek için harika bir fırsat. Deniz otobüsü iskelesinin önünde Mavi. Manzara kötü ama menü güzel görünüyor. Çadırımsı bir çardağın altında ve dışarıda iskeleye daha yakın kısımda masalar var. Güneş dışarıda oturmaya elverişli. Elimi yıkamak için içeri girdiğimde, garson zeytinyağlılara ve mezelere bakmamı öneriyor. Mutfaktaki hanımla selamlaşıyoruz, Burgazada'dan geldiğimi öğrenince "Burgazadalılar tutucu olur, adalarından ayrılmazlar" diyor. Haklı. Dedim ya, Heybeliada'ya ikinci gidişim. Çok acıkmadığımdan bana hafif bir meze tabağı hazırlıyor. Garson ara sıcaklarla aklımı çeliyor ve bir de kalamar ızgara söylüyorum. Güneş, deniz, leziz bir öğlen için şükrediyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
Ne güzel bir gün, ne güzel adalı olmak
Yorum Gönder