Yaz tarifesinde 18:30'a -Kadıköy'e uğramasına rağmen- alçak Şehir Hatları en küçük gemileri koyuyor, hatta bu sıcakta burnu kapalı olanlara bile rastladım. Her zamanki yerim arka güvertede gölgede yer kalmıyor. Açık havanın büyüsüne kapılanlar önce güneş vuruyor demeden bulduklara yere oturuyor. Daha Kadıköy'e gelmeden güneş alan kısımlar birer birer boşalıyor. Yer kalmadığında, arka güverteden, yazları sigara içenlerin buluştuğu alt kata inen merdivenlerde, ilk basamağa oturuyorum, daha doğrusu oturuyordum. Sonra yan balkonu keşfettim. (Bu arada geminin bölümlerini doğru tanımlayamıyor olabilirim, bi' türlü sağlam bir kaynak bulamadım öğrenmek için.) Geminin sol tarafında, gölgede; rüzgar, dalga sesleri ve serpintilerle şahane bir yolculuk. İlk gün böyle düşünüyordum.
İkinci gün, geminin sola bakan kısımında manzaranın felaket olduğunu fark ettim. Anadolu Yakası denizden bakıldığında tam bir beton yığını. (Başka bir teoriye göre, Avrupa Yakası beton yığınlığında daha ileri ama düz olduğu ve denizden manzarasını görmediğimiz için öyle düşünmüyoruz;-) Tahta sıralar pek rahatsız olduğu için insan keyifle yayılamıyor, üç-beş dakikada bir kıpırdanmak, pozisyonunu değiştirmek istiyor. İşte tam bu sırada balkonun parmaklıklarını betonlara siper edebildiğimi keşfettim! Ve yolculuğun kalan kısmını deniz ve gökyüzü arasına demir bir çizgi çekerek devam ettim.
Bu akşam ise (anladığınız gibi ilk günkü heyecanım kalmadı balkonda) çok, çok kalabalıktı gemi. Oturduğumuz yer öyle sıkışıktı ki kitap, gazete okurken dirseklerimiz çarpışmasın diye tuhaf pozisyonlara girdik hep birlikte. Ve bu kalabalık, en kısası Kınalı'ya kadar süren sohbetlere maruz kalmama yol açtı. (Bu arada ben biraz yabanîleştim galiba.) Oysa tek istediğim, denize bu kadar yakınken, hele motor iskeleye yanaşmak için sustuğunda, geminin gövdesine çarpan dalgaların sesini dinlemekti. Ama olmadı. Sağ tarafımda Yozgat'lı ama orada hiç yaşamamış, yıllarca Kapalıçarşı'da gümüş ev eşyası yapıp geçinmiş, işlerin iyi gitmemesinden dolayı 4 yıl önce dükkanı kapatmış, emeklilik bunalımlarına girip, Çemberlitaş'ta oğlunun kuyumcusuna gidip gelmeye başlayınca kendine gelmiş bir amcayla, 7 yıldır adada yaşayan, evi yukarıda olduğu için bakkal çıraklarına bahşiş vermekten yakınan bir teyze konuşuyordu. Sol tarafta ise önce çantasını kaldırmak istemeyen ama sıkıştığımızı görünce kendi soluna alan bir amca ile 18:15 deniz otobüsünü kaçırdığı için (belki de ilk kez) vapura binen, amcanın sol yanındaki çantayı kaldırdıp bizi daha da sıkıştırarak kendine yer açan, her halinden yazlıkçı olduğu belli bir abla (burada yazar yazlıkçılardan hoşlanmadığının işaretini de veriyor), nispeten daha az laflıyordu. Bense bir yandan acaba o daracık yerden kalkıp kaçsam mı diye düşünürken, diğer yandan Gündüz Vassaf'ın Cennetin Dibi kitabını okumaya çalışıyordum. Baktım olmadı, kendimi rüzgara verdim ve bu yaz bitmeden bir gece teknede uyuma hayalimi hatırladım. Hımmm.
1 yorum:
Ne güzel anlatmışsınız.Tabi yolculuk pek istediğiniz gibi gitmemiş ama şu havada bu yazıyı okumak bana mutluluk verdi.teşekkür ederim sayın yazar :) öpüyorum:):)
Yorum Gönder